Tarihte Matbaa

16.12.2015
Tarihte Matbaa

Aslında, sadece hareketli harflerle yapılan baskı tekniğini belirten matbaanın tarihi, basımcılık tarihinin çok daha kısa bir dönemini oluşturmaktadır ve bu anlamda matbaanın ne zaman icat edildiğini belirleyebilmek için de öncelikle bu sözcüğün neyi kapsadığını betimlemek yerinde olacaktır. Günümüzde kullanılan matbaa sözcüğüyle hareketli harflerle yapılan baskı kastedilmektedir ve bu baskıda kullanılacak harfler, noktalama işaretleri veya semboller için ayrı bir matris kullanılmaktadır. Matristen harfler elde edilir. Yalnız bir cins matrisin oluşturduğu harfler dizisine ise font denir. Bu şekilde elde edilen harfler bir araya getirilerek metnin bir sayfası oluşturulur. Bunun dışında bir de klişe baskı denilen basım türü vardır ki, bu işlem oyulmuş tahta veya madeni levha kullanılarak yazı ve resimlerin grafik röprodüksiyonunu elde etmek anlamına gelir. Klişe baskıda her sayfa, bir bütün olarak levha üzerine oyulur.

Bu ikinci tür basım işi gerçekten çok eski dönemlerden bu yana bilinmekte olan bir sanattır. Ancak kesin bir tarih belirtmek olanaklı olmamakla birlikte, bilinen ilk baskı Budizm’in Japonya’da yayılmasını sağlayan İmparatoriçe Shotoko (Ölümü M.S. 769) devrine aittir. Bu dinde, Budha’nın resimlerinin ve Kutsal Sutra’nın metinlerinin çoğaltılması büyük bir sevap olduğundan, İmparatoriçe Japon pagodalarına konmak üzere bir milyon nüsha muska bastırmıştır.

Bu baskı tekniği Çin’de ise Tang sülalesi (618-906) zamanında gelişmeye başlamış ve Feng Tao zamanında Konfüçyüs klasikleri yayımlanmaya başlamıştır. Ve nihayet Sung İmparatorları döneminde (960-1279) ilk kez, ayrı ayrı harfler dökerek basma yapmayı, 1041’de Pi Sheng adlı bir Çinli denemiştir. Pi Sheng’in porselenden harfler dökerek matbaanın ilk önemli gelişme adımını başlattığı kabul edilmektedir. Aslında Çin alfabesi 50.000 harfi olan bir alfabedir. Yazabilmek için bunlardan en az 3000 tanesinin kullanılması gerekmekteydi. Tek tek harflerle baskı yapmaktansa, kalıp halinde sayfalar oymak daha kolaydır. Bu yüzden Pi Sheng’in böyle bir işi neden denediği kesinlikle anlaşılamamıştır.

Kore’de ise 1403 yılından itibaren matbaanın kullanıldığı görülmektedir. Bu matbaada önceleri tahta, pişmiş kil ve porselen kullanılmaktayken, zamanla bronz harfler kullanılmaya başlamıştır. Ancak Uzakdoğu alfabelerinin ideografik oluşu, klişe baskının gelişmesine ve matbaanın bu bölgelerde etkisiz kalmasına ve yeterince gelişme gösterememesine neden olmuştur. Öyle ki tekrar klişe baskı öne çıkmış ve matbaa zamanla ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte, bazı araştırmacılar, Çinli Pi Sheng’e örnek olacak ilk basmayı Uygurların bulduğunu savunmaktadırlar. Bu iddiayı destekleyen bazı kanıtlar bulunmaktadır. Bunların başında 1902-1907 yılları arasında, Doğu Türkistan’da, Turfan’da yapılan kazılarda Tun-Huang Mağaraları’nda Uygur harfleriyle yazılmış pek çok kitap ve bunların yanında bir torba içerisinde tek tek hazırlanmış Uygur harflerinin bulunması gelmektedir. Ancak matbaanın Uygurlarca bulunduğunu söylemek yine de pek olanaklı görünmemektedir.

Çünkü Uygur metinlerinin hiçbiri matbaada basılmış değildir. Tamamı el yazmasıdır. Diğer taraftan bunların tarihinin 868’den önceye gitmediği kabul edilmektedir. Bu tarih ise Çin’de bu tür basım tekniğinin çok gelişmiş olduğu bir dönemdir. Bu nedenle Uygurların bu tekniği Çinlilerden aldığını belirtmek daha makul görünmektedir. Hatta Uygur eserlerinde sayfa numaraları Çince verilmiştir.

Bütün bunlar bugün anlaşıldığı anlamda ve yukarıda betimlendiği biçimiyle matbaanın ilk kez kimin tarafından bulunduğu sorusunun yanıtını zorlaştırmaktadır. Ancak, Uzakdoğu’da başlayan bu çalışma, Avrupa’da matbaanın icat edilmesinden önce de, benzer bir gelişme göstermiş ve 14. yüzyılda bu sanatın en seçkin örnekleri Hollanda’da verilmeye başlamıştır. Bununla birlikte, yapılan ayrıntılı incelemeler Johann Gutenberg üzerinde karar kılınmasını sağlamıştır. Ancak özellikle üzerinde durulan bir diğer kimse de Lourens Janszoon Coster olmuştur. Coster’in 1430 yılında Hollanda’nın Haarlem kentinde matbaayı icat ettiği savunulmaktadır. Ancak onun matbaayı bulduğunu belirten kaynakların çok sonradan yazılmış kaynaklar olması ve Coster’in basmış olduğu kabul edilen hiçbir kitabın izine rastlanmamış olması bu iddiaları güçsüz kılmaktadır. Ancak klişe baskı tekniğinin orada bir hayli gelişme göstermiş olmasının, matbaayla ilgili bu yanılgının doğmasına neden olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan Gutenberg adının ön plana çıkmasında başka önemli kanıtlar da bulunmaktadır. Bunlardan birisi, 1458’de yani matbaanın bulunduğu yıllarda, Papa IV. Sixtus’un doktorunun “Strassbourg’da yerleşmiş olan Gutenberg ve çırağı Fust, metal harflerle parşömen üzerine Mainz şehrinde günde 300 sayfa basarlardı” diye yazmış olmasıdır. Bir diğer belge ise Sorbon Üniversitesi’nde bulunan bir İncil nüshasının arkasında yer alan bir profesörün notudur. Bu notta bu harika kitabı 1455’de Mainz’de Bonemontanus bastı denilmektedir. O dönemin Latince konuşma geleneğine bağlı olarak profesörün Gutenberg adını Latince’ye çevirerek “Bonemontanus” yaptığı anlaşılmaktadır . Zaten kendisi kuyumcu olan Gutenberg’in, yaşadığı Mainz ve Strassburg şehirlerinde, özellikle de Mainz’da 1455 yılında kitap çoğaltmakta matbaayı etkin bir biçimde kullandığı bilinmektedir. Ancak Gutenberg’in, ilk kitabını 1444 ya da 1447 tarihleri arasında basmış olduğu sanılmaktadır. 1456’dan sonra matbaa artık pratik olarak kitapların çoğaltılması için varlığına gerek duyulan zorunlu bir araç konumuna yükselmiştir. 1454 ve 1455 yıllarında basılan ve İstanbul’u almış olmalarından dolayı Türklere karşı savaş çağrıları yapılan Indulgence’ler ile 1456 yılında basılan 42 satırlık Gutenberg İncili de matbaanın ilk ürünlerinden kabul edilmektedir.

Matbaanın Avrupa’da gelişmesi kitap için yepyeni bir gelişme sürecini başlatmış oldu. Çünkü matbaayla birlikte ucuzlayan kitap, geniş halk kitlelerinin ulaşabileceği bir araç haline geldi ve bilgi halka inmeye başladı. O dönemde zaten kötü koşullar altında yaşayan büyük halk kitleleri, daha kolay ulaşabildikleri bilgi sayesinde, kendisini kuşatan sihir, büyü gibi batıl inançların yerine, bu bilgiyi kullanmaya başladı ve sonuçta akla dayalı, kendine güvenen yeni bir insan tipi ortaya çıktı. Bu aslında Francis Bacon’ın Batı kültür dünyası için idealize ettiği “yeni düşünce dünyası”na giden yolun açılmasıdır. Çünkü, Batı için Rönesans anlamına gelen bu uyanış sonunda, yeni değerlere dayanan siyasal ve toplumsal bir düzen kurulmaya başlanmıştır.

TÜRKİYE’YE MATBAANIN GİRİŞİ

A. AZINLIK MATBAALARI

İnsanların yaşamında topyekün değişimlerin hazırlayıcılarından birisi olan matbaayla OsmanlıDevleti ilk defa azınlıklar aracılığıyla tanışmış ve kurulan ilk resmi matbaa olan Müteferrika matbaasına kadar devletin sınırları içerisinde 37 matbaa kurulmuştur.

15. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı yönetiminde bulunan azınlıkların matbaa kurdukları anlaşılmaktadır. Türkiye’ye matbaayı ilk önce Yahudiler getirmiş ve ilk kitabı 1494’te İstanbul’da basmışlardır. Kim tarafında basıldığı bilinmeyen bu kitabın Tevrat ve Yorumu olduğu sanılmaktadır. Avrupa’da uygulanan yoğun baskı ve engizisyonun bir katliama dönüşmesiyle birlikte, 1492’den itibaren Yahudiler kitleler halinde Türkiye’ye gelmeye başlamışlardır. İstanbul’da 1494’te ilk kitabın basılmış olması bu bakımdan anlamlıdır. Yahudiler İstanbul’dan başka Selanik, Edirne ve İzmir’de de matbaalar kurmuşlardır. Buralarda bastıkları kitapların birçoğu bugün British Museum ve Bibliotheque Nationale’de bulunmaktadır. Bu matbaalarda Yahudiler Arapça ve Türkçe yasaklandığı için, İbranice, İspanyolca, Yunanca ve Latince kitaplar basmışlardır. Kitapların çoğu dini konularda olmakla birlikte, içlerinde tarih, gramer ve sosyoloji kitaplarına da rastlanmaktadır.

Tarihte Matbaa

Matbaayla ilgilenen diğer bir azınlık da Ermenilerdi ve ilk Ermeni matbaacısı Abgar, Venedik’te öğrendiği bu sanatı patrikleri Sebasti Mikâel’in yardımlarıyla İstanbul’da 1565’te kurmuştur. Bu tarihten sonra, Ermeniler arasında da yaygınlaşmaya başlayan matbaa aracılığıyla, kitapların dışında, gazete ve dergiler de basılmaya başlanmıştır. Chteémaran Bidani Kideliatz dergisi ve Archalouis Araradian günlük gazetesi bunlar arasındadır. Burada basılan kitaplar dini ağırlıklıdır ve içlerinde tarih, coğrafya ve astroloji konularında yazılmış olanları da bulunmaktadır. Daha sonra Ermeni matbaaları siyasi etkinliklere karışınca çoğu kapatılmış, geriye kalanları 1728’de çıkan yangında ortadan kalkmıştır. Rumlar ise 19. yüzyılda matbaa çalışmalarını yeniden canlandırmışlar, ancak sık sık siyasi etkinliklerde bulunmaları sonucu matbaaları devlet tarafından kapatılmıştır.

Benzer bir durum Cizvitler için de söz konusu olmuştur. 1703’de, yani ilk Türk matbaasının kurulmasından 25 yıl önce yayıncılık faaliyetine başlayan Cizvitler, yalnızca dinî propaganda ağırlıklı faaliyetlerde bulunmalarından dolayı, matbaaları sık sık kapatılmıştır. Ancak yine de bütün yüzyıl boyunca etkinliklerini sürdürmeyi başarmışlardır.

1728’de ilk Türk matbaası kuruluncaya kadar ülkemizde Türkçe kitap basılmamıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında, o zamana kadar bir Türk matbaasının kurulmamış olmasının yanında, azınlıklara Türkçe ve Arapça kitap basmama koşuluyla matbaa kurma izni verilmesinin de elbette ki payı büyük olmuştur. Ancak Türkiye dışında, 1728’den önce Türkçe ve Arapça kitap basıldığı bilinmektedir. Örneğin, İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-Tıb (Tıp Kanunu) adlı yapıtı 1593’de ve Nasîrüddîn et-Tûsî’nin Tahriru Öklides fî Usûli’l-Hendese (Geometrinin Temel İlkeleri Üzerine Eukleides’in Kitabı) adlı kitabı da 1594’de basılmıştır. Yine aynı şekilde, 1612 yılında Institutionum Lingue Turcicoe (Türk Dili Kuralları) ve 1630 yılında ise Rudimenta Grammatices Turcicoe (Türkçe’nin Gramer Kuralları) adlı iki gramer kitabının basıldığı görülmektedir. 1680 yılında ise Thesaurus Linuearum Orientalum Turcicoe, Arabicoe, Persicoe (Türkçe, Arapça, Farsça Sözlük) adlı bir kitap Meninski tarafından yayınlanmıştır.

B. MÜTEFERRİKA MATBAASI

Pasarofça Antlaşması’ndan (1718) sonra Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başlamıştır. Padişah III. Ahmed (1643-1695 / saltanatı 1703-1730) ve onun sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın (öl. 1730) tarihe “Lale Devri” (1718-1730) adıyla geçen yönetim dönemi, zevk ve sefanın yanında, Osmanlıların Rönesans’ı olarak kabul edebileceğimiz, bilinçli olarak Batı’ya yönelme isteklerinin de belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başladığı bir dönem olmuştur. Bu aslında Batı karşında bilimsel, kültürel, askerî ve siyasî bakımlardan aciz içerisinde kalındığının açıkça kabullenildiğinin de bir tür göstergesidir. Çünkü özellikle Karlofça Antlaşması’ndan (1699) sonra Osmanlı Devleti, kendisini yenen bu gücü tanımak istemiştir. Daha önceki yıllarda sürüp gelen kayıtsızlık yerini tanımaya ve bilmeye bırakmıştır. Fransa’ya elçi olarak Yirmi sekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin gönderilmesi de (1720-21) bu isteğin sonucudur. Çünkü kendisine “Fransa’nın vesâ’it-i ‘ümrân ve ma‘ârifine dahi layıkıyla kesb-i ıttılâ‘ ederek kâbil-i tatbîk olanların takrîri” , yani Fransa’nın uygarlık ve eğitim araçlarının gerektiği biçimde incelenerek, uygulanması olanaklı olanların rapor edilmesi talimatı verilmiştir. Bu bağlamda konuya yaklaşıldığında, matbaanın alınışının bu döneme denk düşmesinin de tesadüfi olmadığı anlaşılmaktadır. Bu iki devlet adamının matbaanın getirilmesinde sağladıkları katkı, bu sıralarda Bâb-ı ‘Âlî’de yıldızı parlayan bir kimse olan İbrahim Müteferrika’nın girişimleriyle de desteklenince, yaklaşık bir çeyrek yüzyıl gecikmeyle de olsa, matbaa resmen tanınmış olmaktadır.

Bu arada, babası Yirmi sekiz Mehmed Çelebi ile Paris’te bulunan ve bu seyahati sırasında matbaa aracılığıyla kitapların kolaylıkla çoğaltıldığını gören ve hayran kalan, bundan dolayı İstanbul’da da bir matbaa kurmayı düşünen Said Mehmet Efendi ile Müteferrika’nın tanışmasının da bu olayın gerçekleşmesinde büyük bir rolü olmuştur. Said Efendi tasarılarını Müteferrika’ya anlatmış ve böylesine yeni ve güç bir girişimde karşılaşılacak güçlükleri yenmek için birlikte hareket etmeyi önermiştir. Zaten bu yönde düşünceleri olan İbrahim Müteferrika da faydasına inandığı bu girişimin sağlayacağı olanakları anlatmak ve destek toplamak amacıyla Vesîletü’t-Tıbâ‘a (Matbaanın Gerekleri, 1726) adlı bir kitapçık hazırlayıp, başta Sadrazam Damat İbrahim Paşa olmak üzere, bir çok devlet ileri gelenine ulaştırmakla işe başlamıştır.

Müteferrika bu kitapçığında, basımın önemini belirtmek için, İsrailoğullarının kutsal kitaplarına değer verip saklamadıklarından, bugün kavimlerini kanıtlayacak kitapların yok olduğunu, Cengiz Han’ın kitapları Ceyhun’a, Hülâgu’nun Dicle’ye attırdıklarını, Hıristiyanların Endülüs’te yaktıklarını örnek olarak göstermiş ve matbaanın kurulması ile en kıymetli kitapların sonsuza kadar korunabileceğini belirterek matbaanın yararlarını on madde halinde sıralamıştır.

Tarihte Matbaa

Sunulan bu gerekçeli açıklamadan sonra, Müteferrika izin için 1726 yılında bir dilekçeyle Damat İbrahim Paşa’ya başvurur. İbrahim Müteferrika’nın yapmak istediklerini, gerekçelerini ve işin mahiyetini açıklayan dilekçesinden sonra, yapılan çeşitli görüşmeler sonucu Sadrazam Damat İbrahim Paşa, talep edilenleri olumlu karşılamış, ancak konuyla ilgili olarak Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’den bir fetva alınmasını emretmiştir.

Bunun üzerine Müteferrika, Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’ye yapmak istediği işin niteliğini de belirleyen bir dilekçeyle başvurarak konuyla ilgili fetva istemiştir. Şeyhülislâmın olumlu görüş belirten fetvasıyla birlikte, kitap basımına izin verilmiştir. Fetva istenirken, yalnızca lügât, mantık, hikmet, hey’et vb. kitaplar diyerek baş vurulduğundan, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm kitaplarının basılması doğrudan doğruya matbaada basılacak kitapların dışında tutulmuş, böylece yalnızca bilimsel eserleri yayınlamak koşula bağlanmıştır.

Bu olumlu fetvadan sonra, Sadrazam matbaanın imtiyazını dönemin padişahı III. Ahmed’e “Mucibince amel oluna” emriyle başlayan ve Sadrazam Mektûbi Kalemi halifelerinden Said Efendi ile Dergâh-ı Âli müteferrikalarından İbrahim Efendi’nin ‘Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam’ kitapları basmamak şartı ile matbaa kurmalarına izin veren Hatt-ı Hümâyûn’u imzalatmasıyla 1726 yılında matbaa resmen kurulmuştur. Daha önceden gerek duyulan ustaları getirtmiş olan Müteferrika derhal işe koyulmuş ve basımda kullanılacak harflerin tamamını İstanbul’da döktürmüştür. Bu konuda bir Fransız araştırmacı başlıklarda kullanılan harflerin süslemeli olarak yaptırıldığını, bu yönüyle de Batı’da kullanılmakta olan harflerden farklı olduğunu belirtmektedir.

En sonunda Sultan Selim semtinde, İbrahim Müteferrika’nın kendi evinde işletilmeye başlanan matbaada, Müteferrika toplam 17 kitap basmıştır. Müteferrika böylece ilk kitabını 31 Ocak 1729’da (Gurre-i Receb 1141) yayımlamayı başarmıştır. Bu kitap, İmâm Ebû Nasr İsmâil b. Hammâd el-Cevherî’nin (öl. 393/1003) Sıhâhu’l-Cevherî adlı Arapça sözlüğünün Mehmed ibn Mustafa el-Vânî, diğer adıyla Vankulu Mehmed Efendi tarafından yapılmış Türkçe çevirisi olan Kitâb-ı Lügat-ı Vankulu’dur (Arapça Türkçe Vankulu Sözlüğü) Müteferrika’nın matbaasında bastığı onyedinci ve son kitap yine bir sözlüktür. Şuûri Hasan Efendi’nin Kitâb Lisân el-Acem el-Müsemmâ bi-Ferheng-i Şuûri adlı Acemce-Türkçe Sözlük’üdür. Basım tarihi 1 Ekim 1742 (Gurre-i Şaban 1155)’dir.

C. MÜTEFERRİKA’DAN SONRA MATBAACILIK

İbrahim Müteferrika’nın ölümünden iki yıl sonra, 1747 yılında bizzat kendisinin yetiştirdiği, Rumeli kadılarından İbrahim Efendi ve onun kendisine ortak yaptığı Anadolu kadılarından Ahmet Efendi, I. Mahmud’a başvurarak, bir fermanla matbaa iznini kendi adlarına yeniletmişlerdir. Ancak yaklaşık yedi yıllık bir süre daha matbaayı faaliyete geçirememişlerdir. 1754 yılında III. Osman matbaa iznini aynı kişiler adına bir kez daha yenilemiştir. Bu kez matbaayı faaliyete geçirmeyi başaran İbrahim ve Ahmet Efendiler Vankulu Sözlüğü’nü 1755-1756 yılları içerisinde basmayı başarıyorlar. Ancak bundan başka bir yapıt yayımlayamıyorlar.

Bu tarihten itibaren 1783 yılına kadar tamamen devre dışı kalan matbaayı, I. Abdülhamid (1725-1789 / saltanatı 1774-1789) yeniden canlandırmak için Divân-ı Hümâyûn’da Beylikçi Râşid Mehmed Efendi (1753-1797) ve Vak‘a-nüvis Vâsıf Efendi’yi (öl. 1807) görevlendirmiştir. Bu kimseler matbaanın her türlü giderini karşılamayı kabul ederek işe başlamışlar ve şu kitapları basmışlardır: Sami, Şâkir ve Suphi Tarihleri, (1783), Tarih-i ‘İzzî, (1784), İbnü’l-Hâcib’in Kâfiye adlı Arapça gramer kitabı (1786).

Bundan sonra matbaa yaklaşık 7 yıl daha atıl kalmıştır. 1790’da tahta çıkan Sultan III. Selim’in yenileşme ve ıslâhat programları çerçevesinde, özellikle ordunun teknik beceri ve kuramsal bilgi açısından donatılması ve rütbeli askerlerin yetiştirilmesine yardımcı olması için, Marquis Sébastien Vauban’ın yazmış olduğu ve Kostantin İpsilânti’nin Türkçe’ye çevirdiği üç kitabın yayımlanmasına karar verilmiştir. Bu kitaplar şunlardır: Fenn-i Harb (1792), Fenn-i Lâğım (1793), Fenn-i Muhâsara (1794).

Böylece 66 yıllık serüven sona ermiştir. Bu 66 yıllık süre içerisinde matbaa 18 yıl fiilen çalışmış, 48 yıl kapalı kalmıştır. Matbaayı 10 yıl İbrahim Müteferrika’nın kendisi, 2 yıl yetiştirdiği İbrahim ve Ahmet Efendiler, 2 yıl ise Vâsıf ve Râşid Efendiler ortak olarak, 4 yıl Râşid Efendi yalnız başına çalıştırmıştır. 1794 tarihinden sonra matbaa tamamen kapanmıştır. Matbaadaki araç gerecin ne olduğu konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır.

Tarihte Matbaa

İstanbul’da matbaa kurulması ve işletilmesi konusundaki çalışmalar kuşkusuz bunlarla sınırlı kalmamıştır. Nitekim, Müteferrika Matbaası’ndan sonra ikinci matbaa olarak, 1796’da III. Selim’in isteği üzerine Mühendishane’nin geometri hocası Abdurrahman Efendi’nin yönetiminde Mühendishane Matbaası kurulmuştur. Bu matbaada çeşitli kitapların basımı yapılırken, 1802 yılında yine resmi nitelikli bir matbaa olan Üsküdar Matbaası kurulmuş ve yönetimine de Abdurrahman Efendi getirilmiştir. Bir süre sonra iki matbaa farklı amaçlara yönelik olarak kullanılmaya başlanmış, Üsküdar Matbaası genel içerikli yayınların basılmasında, Mühendishane Matbaası ise ders kitaplarının basılmasında kullanılmıştır.

1831 yılında II. Mahmud’un emriyle dördüncü matbaa olarak Takvim-i Vekâyi gazetesinin basılmasını sağlamak amacıyla, Takvimhâne-i Amire Matbaası kurulmuştur. 1864 yılında bu iki matbaa birleştirilmiş ve Matbaa-i Amire adı verilmiştir. Cevâib Matbaası’nın kuruluşu da bu sıralara denk gelmektedir.

Tümü